Monday, October 29, 2007

acıdan doğan ruh


Cennete ulaşmak için cehennemin içinden geçmek mi gerekir? Cinnetin kucağında ağlayan insan gözyaşlarını tükettiğinde onu avutmak için uzanan el cennetten mi gelir? Kâbusların evreninde yol almaya çalışan gezginin çıldırtan yalnızlığı en son limanda onu bekleyen meleklerin kucaklamasıyla mı son bulur?

İçten gelen yangınla yanmayanı, bu yangınla küle dönmeyeni, küllerini sonsuzluğun rahmine savurmayanı gerçek var oluş acısından uyandıracak güç asla bulamıyor. İnsan gözünü açtığında dünyaya doğmuyor belki. Ruh için gerçek doğum yaşarken yeni bir doğuşa hazırlanarak ve bunun için ölümü göze alarak gerçekleşiyor. Yeni bir doğuş için acıyla sevişmesi gerekiyor insanın. Acıyla sevişirken adım adım ölüme yaklaşması gerekiyor.

Sımsıkı tutunduğu tüm gerçeklik ölecek. Beynine kodlanmış ve hayatı onun adına yaşayan programlar bozulacak. Ayağının altındaki yer çekilecek ve boşlukta asılı kalacak. Boşlukta asılı kalan bu insanı kopkoyu karanlık gecede avutacak ya da teselli verecek sahta koltuk değnekleri artık yok.

Hiçliğe dayanabilecek gücü var mı? Bildiği tüm cehennem tasvirlerinin dışındaki bu yerde ışığı görecek kadar dayanabilecek mi? Bedeni, benliği ve bilinci tuzla buz olmadan bu darbeye karşı koyabilecek mi?

Tünelin sonundaki ışık ruhun doğumunun müjdecisi… İşte bu müjdelenen kurtuluş onu cennete kavuşturacak. İnsan kendini bekleyen bu yeni var oluş evreninde ilk nefesini aldığında algılarının da kanatları açılacak. Ancak bu ilk nefesle göğe kanatlandığında onu toprağa sabitleyen duyguların, zihnin ve bedenin zincirleri kırılacak. Gerçek özgürlüğün sarhoş eden güzelliği içindeki dinginlikte yankılanacak.

İşte şimdi korku yok. Artık acı yok. Artık karanlık yok…